Okuduğun Kitabı Yeniden Yazmak – Rewriting The Book You Read

@congerdesign at pixabay

Okuduğumuz kitap, yazarın yazdığı kitap mıdır, yoksa o anda okurken algıladıklarımızla yeniden yazıp yoğurduğumuz yeni bir eser midir? Kitabı okurken kendimiz için baştan yazmak, daha çok öğrenme, keyif, hatırlama ve kullanılabilir bilgi demek. Bir kaç fikir:

  • Özetlemeye Çalışmak: Altını çizmek / bire bir not almak yerine özetlemeye çalışmak ve kendi yorumunu katmak ilk yapılabilecek olan. Üstelik öğrenme illüzyonunu engeller.
  • Kendi Dizinini Oluşturmak: Okunan sayfayı/iki sayfayı dizinde listeleyecek olsanız o sayfanın adı ne olurdu? Onu en üste yazmak / kağıda sayfa numarası ile not almak, kitapta ilerlerken de işe yarıyor, kitaba başka bir zaman geri döndüğünüzde de.
  • Sorular Üretmek: Okuduğunuz sayfa/bölüm hangi soruya/sorulara cevap arıyor? Soruyu bulup akıldan geçirmek/yazmak, o sorunun sizdeki diğer cevaplarının da, ilgili diğer soruların da hafızadan geri çağrılmasına sebep olur. Eleştirel okuma ihtimalini artırır.
  • Çağrışımlara Şans Vermek: Gene mi odaklanamadım, zihnim nerelere gitti dediğinizde belki de tam da gitmesi gereken yere gitmiş, ihtiyaç duyduğunuz bağlantıları aramaya çıkmıştır. Hatta yazarın zihnine girmiştir, birazdan okuyacağınızı bilmeye başlamıştır!

O yüzden kitap okurken aklımızdan geçenleri otomatik “Ne alakası var!!!” diye yargılamak yerine, “Ne alakası var?” diye kibarca sormak çok keyifli keşiflere sebep olabilir. Kendimize nazik davranalım 🙂


Is the book we read solely the work of the author or we do rewrite and reshape it inline with our current presence? ‘Rewriting’ for ourselves would bring more learning, joy, remembering and usable knowledge. Couple of ideas:

  • Trying to Rephrase: Rephrasing and adding your interpretation is the first thing you may do instead of underlining / note taking as it is. It also prevents illusion of learning.
  • Creating Your Own Index: How would you name a page/two pages if you were indexing it? Writing that on top/making a note with page number helps learning both while reading that book, and when you return to the book at a later time.
  • Creating Questions: Which question(s) does the page(s) you are reading seeks answers to? Finding/noting those will trigger your memory about some answers you already have and further related questions. It also increases the probability of critical reading.
  • Giving Chance to Connotation: When you suspect about your focus, observing yr mind wandering around, maybe it is exactly where it needs to be, looking for links you need. Getting into the mind of the author, starting to know that you are about to read soon!

That’s why, we may benefit from asking gently “what does these connotations have to do with what we are reading?” rather than judgmental “What does it have to do with it !!!”. Asking politely can lead to very enjoyable discoveries. Let’s be kind to ourselves 🙂

Advertisement

The OK Plateau – Tamam Düzlemi

That’s the best I can do! It’s impossible to exceed that! That’s it, I’m at my best!..

Is it really the case? Do we really know the limits? When I say really, I mean is it really independent from our own thoughts? Or is it the limit because we code it like that, we code it inline with “that’s fine” mood? How do we decide that better is or is not possible, or do we decide at all? Why do we keep searching for boundaries? Why are we constantly seeking an OK point? These were some of the questions coming to my mind reading Joshua Foer’s book, Moonwalk With Einstein.

“For a long time, people thought that no one would ever run a mile in under four minutes. It was considered an immovable barrier, like the speed of light… (When Roger Bannister broke it in 1954), his accomplishment was splashed across the front pages of newspapers around the world and hailed as one of the greatest athletic achievements of all time. But the barrier turned out to be more like a floodgate. It took only six weeks before John Landy ran the mile a second and a half faster than Bannister, and within a few years four-minute miles were commonplace.”

Joshua Foer, Moonwalk With Einstein

Today the record is owned by Hicham El Guerrouj with 03:43.13. The record dates back to 1999, maybe it’s again got stuck in The OK Plateau.

When we get a new skill, we can talk about three phases. Foer cites two psychologists, Paul Fitts and Michael Posner, and explains them. In summary;

  1. Cognitive State: Stage that we develop strategies to be more effective and that we keep our attention intensive,
  2. Associative State: Stage where habits become regular and attention deintensified (or neurons being bounded tighter)
  3. Autonomous Stage: Autopilot and end of development.

The OK Plateau is where the development ends, and we can stay there for a very long time. For example, our keyboard typing speed more or less remains the same, unless for whatever reason we consciously decide to change 2-4 fingers typing, try to practice blind typing or try to exceed our speed. Once we spend the effort than we move to a higher plateau.

I’m not suggesting that we should constantly try to get better with everything and all the time, (though, I wouldn’t have anything against if this is what you like). I’m suggesting to be aware of the OK plateau. If I’m choosing to say OK, it should be my preference, not disbelief in my own capacity. Putting the preference aside, thinking and feeling that the boundaries are certain and unchangeable, and acting accordingly is actually what stops self development. Testing the boundaries, playing with boundaries and expanding them with every opportunity on the other hand, is exactly what personal development is. Quoting James Carse; “finite players play within boundaries, infinite players play with boundaries” (Finite and Infinite Games). I like to keep it short at the moment as I’m willing to have another post about this book, however if you like a shortcut to learn who is an infinite player, just watch a child playing, better join her/him playing -but let her manage the game-, because children play without boundaries, or they change the boundaries, they change or bend the rules, they do not restrict themselves in the ocean of possibilities. The good news is that, we were also a child once, and we knew how to play an infinite game. Maybe at some point in time, we reached “the OK plateau” and turned our back to the ocean of possibilities, and started to create different types of boundaries for ourselves.

Therefore, the skills we think we are perfect at, maybe have the potential to move to the next plateau. We should ask ourselves, am I at the OK plateau? If the answer is yes and if you want to change it, this awareness should be the starting point to test and to tamper the boundaries. That’s where you have a chance to find the hidden door opening to the ocean of wonderful opportunities 🙂


Tamam sen oldun! Bundan iyisi Şam’da kayısı! Yapabileceğimin en iyisi budur!..

Gerçekten öyle midir? Sınırı gerçekten bilir miyiz? Gerçekten derken, kendi düşüncemizden bağımsız olarak öyle midir? Yoksa biz bunu “tamam kardeşim” tadında, “bu kadar yeter” diye kodladığımız için mi yeter olmaktadır? Daha iyisinin olup olmadığına nasıl karar veriyoruz veya karar veriyor muyuz? Neden hep bir sınır arıyoruz? Neden hep bir tamam noktası arayışı içindeyiz? Joshua Foer’in Einstein İle Ay Yürüyüşü isimli kitabındaki bölümü okurken aklıma gelen sorulardan bazıları bunlar oldu.

“Çok uzun süre insanlar bir milin dört dakika altında koşulamayacağına inanıyorlardı. Işık hızı gibi bu engelin de yerinden oynatılamayacağı düşünülüyordu… Roger Bannister, 1954 yılında bir mili dört dakikanın altında koşunca, başarısı dünyanın dört bir köşesindeki gazetelerin manşetlerine taşındı ve tüm zamanların en büyük atletizm başarısı olarak görüldü. Ama bu hedef neredeyse bir taşkın kapağı gibiydi. Altı hafta sonra John Landy Bannister’dan bir buçuk saniye daha önce bitirdi ve birkaç yıl içinde dört dakikada bir mili koşmak sıradanlaştı”

Joshua Foer, Einstein İle Ay Yürüyüşü, Sayfa 186

Bugünkü rekor 03:43.13 ile Hicham El Guerrouj‘ye ait. Bu rekorun tarihi 1999, belki başka bir tamam düzleminde takılı kaldı.

Yeni bir beceri kazanırken üç aşama söz konusu. Foer bunu Paul Fitts ve Michael Posner isimli iki psikologdan alıntılayarak anlatıyor. Özetle;

  1. Algı Aşaması: Daha verimli olmak için stratejiler geliştirdiğimiz, ilgimizi dikkatimizi yoğun tuttuğumuz aşama,
  2. Bağlantı Aşaması: Alışkanlığın oturması (ya da nöronların daha sıkı bağlanması) ile yoğunlaşmanın azalması,
  3. Özerk Aşama: Otomatik pilot ve gelişmenin durması.

Gelişmenin durduğu yerde tamam düzlemine gelmiş oluyoruz. Uzun süre kalabiliyoruz orada. Örneğin, bilinçli bir çaba harcamadıkça, klavyede yazma hızınız genelde sabit kalıyor, ne zaman iki veya üç dört parmakla yazmaktan sıkılıp bilinçli olarak çaba sarf edip 10 parmak yazmayı veya daha hızlı yazmayı pratik etmeye ve öğrenmeye çalışırsak ancak o zaman mevcut beceriyi bir sonraki aşamaya taşıyabiliyoruz.

Her an her şeyi daha iyi yapmaya çalışmaya çalışmak değil önerdiğim, (ki istiyorsanız ona da itirazım olmayabilir). Tamam düzleminin farkında olmayı öneriyorum. Tamam demeyi seçiyorsam da bunu daha iyisini yapabileceğime inanmadığım için değil, bir tercih olarak istemediğim için yapmamak. Bilinçli tercihi bir kenara koyduğumuzda, sınırların belirgin ve değişmez olduğunu düşünüp hissetmek ve ona göre davranmak gelişimi durduran bir durum. Sınırların bizzat kendisini test etmek sınırların kendisiyle oynamak ve fırsat bulunca genişletmek ise gelişimin bizzat kendisi. James Carse’ın Finite and Infinite Games* isimli kitabından bir alıntıyla: “Sınırlı oyuncular sınırların içinde oynarlar, sınır tanımayan oyuncular sınırların kendisi ile oynarlar.” Bu konuda ayrıca yazmak istediğim için çok uzatmak istemiyorum, sınır tanımayan oyuncu kim, kısa yoldan öğrenmek istiyorsanız oyun oynayan bir çocuğu izleyin hatta onunla -oyunu onun yönetmesine izin vererek- oynayın, çünkü onlar tam da sınırlarla oynarlar, kuralları esnetir, değiştirir, olasılıklar denizinde kendilerini sınırlandırmazlar. Güzel haber şu ki, bir zamanlar hepimiz çocuktuk ve bu şekilde oynamayı çok iyi biliyorduk, sonra işte belki de bir “tamam düzlemi”ne gelince durduk ve olasılıklar denizine sırtımızı dönüp kendimize türlü türlü sınırlar oluşturmaya başladık.

Sözün özü, en iyi haline geldiğini düşündüğümüz becerilerimiz belki de bir sonraki düzleme geçebilme potansiyeline sahiptir. Kendimize sormalıyız, tamam düzleminde miyim? Cevap evet ise ve bunu değiştirmek istiyorsak, bu farkındalıkla beraber bir sonraki adımda sınırları test etmeye, sınırları kurcalamaya başlamalıyız. Bir çocuğun oynadığı gibi keyifle ve sınırlandırmalar olmaksınız oynamalıyız. Bir bakmışsınız, sınırın bir yerinde şahane olasılıklara açılan bir kapı bulmuşsunuz 🙂

*Kitabın bulabildiğim Türkçe çevirisi yok, Sanırım kitabın ismi Sonlu ve Sonsuz Oyunlar olarak çevrilebilir. Alıntının orijinali ise şöyle: “finite players play within boundaries, infinite players play with boundaries”.

Principle of Legitimacy – Meşruluk İlkesi

“When people in authority want the rest of us to behave, it matters—first and foremost—how they behave. This is called the “principle of legitimacy,” and legitimacy is based on three things. First of all, the people who are asked to obey authority have to feel like they have a voice—that if they speak up, they will be heard. Second, the law has to be predictable. There has to be a reasonable expectation that the rules tomorrow are going to be roughly the same as the rules today. And third, the authority has to be fair. It can’t treat one group differently from another.”

David and Goliath: Underdogs, Misfits, and the Art of Battling Giants; Malcolm Gladwell

“Your protest is not legal!” said chancellor to our friends, who were representing boycotting students. It was twenty two, twenty three years ago, and we were protesting privatization of cafeteria and high increase in lunch prices. Probably, the protest was really not legal, maybe still it is not. Yet, regardless of its being legal or not, authority would find an article, an exception, and would say it’s not legal bla bla bla, it’s not the time etc etc, you mind your business, know your place, so on and so forth. Anyways, our chancellor professor, who currently sends us lovely emails asking to hold hand in hand to support our university, at that time was trying to set us apart from acting together and was finding no shame to threaten us with law. He got his answer from one of our friends who was studying political science; “maybe, but it is legitimate!”. The reasoning behind probably was from political science and did not have much to do with what I quoted from Malcolm Gladwell. Still, this was the first event I remembered when reading this bit in the book. Our dear professors, were breaking the first law by not listening to our voice, breaking second law by changing the traditional rule of university supporting students with subsidized food, and breaking the third law by starting to behave differently to supporters and non supporters of boycott about other student rights.  

On the other hand, legitimacy is not something that requires a fancy description. It does not because humans act against unfairness “not according to a cold mathematical logic, but rather according to a warm social logic” as Yuval Noah Harari says in Homo Deus. This social logic is so much burnt into humans, that shows itself as an immediate reaction against unfairness which can be observed even in games played by children, and surely in business and daily life of adults. 

Today, tension in both social and economic life (independently from your or my ideas about its reasons), is pushing executives to find solutions, to learn more, to change, to progress, and to work better. Yet, only few is achieving so and non-achievers are finding their solutions in attacking principles of legitimacy, an element embedded into our genetic codes.  The most recent case is seen in France in act of yellow vest protests, and we may find many more in very recent world history. 

In business world, we are seeing executives and executive groups who instead of trying to keep pace with change, are bemoaning about conditions, acting as if finding solutions and showing direction are not their fundamental duties and using those complaints as weapons against principles of legitimacy. The trendy terms of recent past such as inclusive management, synergy, transparency, internal customer, employee engagement, or anything similar coming to your mind, are usually and firstly forgotten by companies who used them most. They claim to apply “immediate prevention” which  basically means people being laid off, their careers and dreams being harmed without their solutions and voices being listened to. Without asking if we could have preserved the rules, rules are being changed with lame excuses, and as opposite of fairness, people are categorized as “dispensable” and “not yet dispensable” which surely will soon accompanied by changing attitudes too. 

David and Goliath

These unpleasant patterns, should trigger hope, not pessimism despite all its bitterness. The giant attacking the principles of legitimacy, may have a very big body. However, the reasoning behind his attack is caused by his own weakness, his stagnancy and his unwieldiness. The giant, today playing with principles of legitimacy, tomorrow might crash the whole organization with his sloppiness, and what seems unfair today might put you in an advantageous place by saving you from staying under the debris. 

If you liked the subject, you may first like to listen the unheard story of David and Goliath from Malcolm Gladwell. (15minutes) Then, you may read his book David and Goliath: Underdogs, Misfits, and the Art of Battling Giants. Alternatively, you may comment below and we may discover the rest together. 


“Otorite sahibi insanlar geri kalanımızın uslu durmasını istiyorsa, her şeyden önce kendilerinin uslu durması gerekir. Buna “meşruluk” ilkesi denir ve meşruluk da üç şeye dayanır. Birincisi, otoriteye riayet etmesi istenen insanlar, söz sahibi olduklarını -düşündüklerini söyledikler takdirde seslerinin duyulacağını- hissetmelidir. İkincisi, yasalar öngörülebilir olmalıdır. Yarınki kuralların bugünkü kurallarla kabaca aynı olacağına dair makul bir beklenti olmalıdır. Ve üçüncüsü yönetim adil olmalıdır. Bir gruba diğerinden farklı davranamaz.”

Davut ve Golyat – Olağan Mağluplar İçin Devlerle Savaşma Sanatı, Malcolm Gladwell

“Boykotunuz yasal değil!” demiş bizimkilere zamanın rektörü. Yirmi üç, yirmi dört yıl önce, üniversite yemekhanesinin özelleştirilmesini ve yemek fiyatlarının katlanarak artmasını protesto eden öğrencilerin temsilcilerini makamına kabul ettiğinde böyle söylemiş. Belki gerçekten de yasal değildi, belki hala değil, öyleyse ve öyle değildiyse bile, otorite, elbet bir yasa maddesi bir istisna bulunabilir, bık bık bık yasal değil, vık vık vık sırası değil, bıy bıy bıy şimdi değil, sen işine bak, haddini bil, bir dolu şey söyleyebilir. Neyse, bugün bizlere canım çocuklarım, üniversitemiz için el ele verelim hadi güzellerim diye mailler gönderen rektör hocamız, o zaman zaten el ele vermiş bizi ayrı düşürmeye çalışıyordu ve yasal değil diyerek gözdağı vermekte de bir beis görmüyordu. Cevabını, siyaset bilimi okuyan arkadaşlarımızdan biri vermiş o zaman, “olabilir ama meşru!”. Arkadaşımızın gerekçeleri muhtemelen Malcolm Gladwell’den yaptığım alıntıdan farklı ve siyaset bilimine referans veriyordu. Gene de kitapta bu bölümü okuduğumda ilk aklıma gelen şey bu olay oldu. Çünkü sevgili hocalarımız, o zaman bizleri dikkate almadan yemekhaneyi özelleştirerek birinci kuralı, üniversite yemekhanesinin kar edebilen bir kuruma dönüşmesine izin verip üniversitenin öğrenciyi desteklemesi geleneğini yıkarak ikinci kuralı, ve detayına şimdi giremeyeceğim şekilde, yemekhane boykotunu destekleyenler ve desteklemeyenler olarak öğrencileri ikiye bölüp diğer etkinliklerde ve sosyal hakların sunulmasında farklı davranarak üçüncü kuralı çiğnemişlerdi. 

Öte yandan, meşruluk, çok da öyle cafcaflı bir tanım gerektiren bir kavram değil. Değil çünkü haksızlık ve haksızlığa uğrama karşısında insanlar, Yuval Noah Harari’nin Homo Deus‘da dediği gibi “katı matematik mantığı ile değil, duyarlı bir sosyal mantıkla hareket eder”. Bu sosyal mantık uzun insanlık tarihinde öylesine işlemiştir ki içimize, küçük çocukların oyunlarında da yetişkinlerin iş veya iş dışı hayatlarında da neredeyse tam bir refleks olarak haksızlık karşısında kendini öne atar. 

Bugünse, hem sosyal hem ekonomik hayattaki gerginlikler (sebepleri ile ilgili fikirlerimden ve fikirlerinizden bağımsız olarak), kamu veya özel alandaki yöneticileri çözüm bulmaya, daha çok öğrenmeye, değişmeye, işbirliğine, ilerlemeye, işlerini daha iyi yapmaya iterken çok azı bunu başarabiliyor ve çuvallayanlar çözümü saldırıda bulup, genetik kodlara işlenmiş en temel ilkelerden birine, meşruluk ilkesine ihanet ediyor. En günceli Fransa sarı yeleklilerin olayında olmak üzere, tüm dünyadan çok yakın tarihe ait onlarca örnek sayılabilir.

İş hayatında ise tüm bu değişime ayak uydurmaya çalışmak yerine, şartlarla ilgili sızlanan, çözüm bulma, yön gösterme görevini bir köşeye atıp tüm bu sızlanmaları meşruluk ilkelerine karşı silahlara dönüştüren yöneticileri, yönetici gruplarını görüyoruz. Son yılların pek moda lafları olan katılımcı yönetim, sinerji, şeffaflık, iç müşteri, beraber yönetim, aklınıza bu minvalde ne gelirse, en çok da bu lafları kullanan şirketler tarafından unutulup “acil önlem” adı altında sesi ve çözümleri dinlenmemiş insanları işlerinden ediyor, kariyerlerini, hayallerini zedeliyor. Kurallar korunabilir mi diye sorulmadan, türlü bahanelerle kurallar değiştiriliyor ve herkese adil davranmanın tam tersi olarak insanlar “vazgeçilebilir” ve “ilk etapta vazgeçilemez” olarak ayrılıp farklı muamele görmeye başlıyor. 

Davut ve Golyat

Bu tatsız örüntüler, tüm tatsızlığına karşın, karamsarlığı değil, tam tersine umudu tetiklemeli. Meşruluk ilkelerine saldıran dev, cüsse olarak büyük olsa da, saldırı sebebi cüssesinin tersine bizzat kendi güçsüzlüğü, kendi hareketsizliği ve hantallığıdır. Bugün meşruluk ilkeleri ile oynayan dev, yarın elinin ayağının dengesizliği ile tüm bir kurumu ezebilir ve belki de bu sizi enkaz altında kalmadığınız için avantajlı duruma getirebilir. 

Konu ilginizi çektiyse, Malcolm Gladwell’den Davut ve Golyat Hikayesini Türkçe altyazılı olarak dinleyebilirsiniz (15 dk’lık TED konuşması). Sonra yetmez ise, Gladwell’in kitabı Davut ve Golyat – Olağan Mağluplar için Devlerle Savaşma Sanatı‘nı okuyabilirsiniz. Alternatif olarak bu yazıya yorum yazabilirsiniz ve sonrasını beraber keşfedebiliriz. 

5 Minutes Favor – 5 Dakikalık İyilik

giveandtake

Adam Grant, in his book Give and Take, says that people who help others without expecting anything in return (givers) become more advantageous in long run, compared to people who tends to take without giving (takers) and to people who tries to balance take and give (matchers). He also provides many supporting examples from different areas.

An excerpt that maybe reflects the essence of the book is five minutes approach from Adam Forrest Rifkin who practices it as a rule of giving: “You should be willing to do something that will take you five minutes or less for anybody.” 

If we do accept that each person is unique, we may also accept that each person reserves unique possibilities for others. In other words, I do have the potential of doing something useful for anyone. Put differently, I might have the key to the gate that someone might joyfully like to go through, and I can achieve this with five minutes effort. The gate does not have to be a gigantic one, be it a tiny little gate, still it might be the very first door towards the main gate the person is trying to reach.

Surely, the opposite is true as well. Every person I encounter, might be holding a tiny key for me.

That’s a possibility, a probability. Indeed, potential does exists, yet to have it realized and having it reveal a positive, is a possibility, a probability. Potential needs to be set in motion. And motion can be triggered by a simple question, “what can I do for this person in five minutes?”

Another take from the book which includes a clear motion suggestion, “When you meet people,” says former Apple evangelist and Silicon Valley legend Guy Kawasaki, regardless of who they are, “you should be asking yourself, ‘How can I help the other person?'”.

In a way, its growing through giving, creating through giving, reaching your own potential through giving.


 

givenadtake-tr

Adam Grant’ın Vermek ve Almak isimli kitabı, karşılık beklemeden başkaları için bir şeyler yapan insanların (vericilerin), bir şey vermeden almaya eğilimli insanlara (alıcılara) ve kabaca ‘aldığım kadar veririm’ diyen insanlara (dengeleyicilere) göre uzun vadede daha avantajlı olduklarını pek çok örnekle anlatıyor.

Etkileyici ve bir anlamda kitabın özünü yansıtan bir alıntı, Adam Forrest Rifkin’in kural olarak uyguladığı beş dakikalık destek yaklaşımı: “Beş dakika veya daha az vaktinizi alacak bir şeyi herkes için yapabiliyor olmanız gerekir”.

Her insanın eşsiz olduğunu kabul ediyorsak, her insanın, başkaları için eşsiz olasılıklar barındırdığını da kabul edebiliriz. Başka bir deyişle, ben, herhangi biri için faydalı olabilecek bir şey yapabilme potansiyeline sahibim. Hatta başka türlü söylersek, başka birinin içinden keyifle geçmek isteyeceği bir kapının anahtarına sahip olabilirim, beş dakikalık bir çabayla bunu paylaşabilirim. Kapı illa kocaman bir kapı olmak zorunda değil, minicik bile olsa belki de kişinin erişmeye çalıştığı ana kapı istikametindeki ilk minicik kapı olabilir.

Ve elbet, tersi de mümkün, tanıştığım herkes, benim için minik de olsa bir anahtar taşıyor olabilir.

Bir olasılık, bir ihtimal elbet bu. Daha doğrusu, potansiyelin kendisi var ancak potansiyelin ortaya çıkması ve olumlu bir şey sunması bir ihtimal, bir olasılık. Potansiyelin harekete geçirilmesi gerekir. Hareket ise basit bir soru ile tetiklenebilir, ‘beş dakika vakit ayırıp bu, şu, o kişi için ne yapabilirim?’

Kitaptan, hareket tavsiyesi içeren bir alıntı daha. Guy Kawasaki’ye göre “İnsanlarla tanıştığınız zaman kim olduklarına bakmasızın kendinize şunu sormanız gerekir; ‘Bu insana nasıl yardım edebilirim?'”

Vererek büyümek, vererek yaratmak, vererek kendi potansiyeline erişmek bir nevi.

New Things November – Yeni Şeyler Kasım

 

Will simply quote @actionforhappiness and let you enjoy the calendar throughout the month. “Life is happier when we keep learning and get creative. Join us for New Things November and find ways to try new ideas and broaden your outlook.” 

Visit the page and download in pdf or jpg, available in 8 languages at the moment.  http://www.actionforhappiness.org/new-things-november


“Yeni şeyler öğrenip yaratıcı olduğumuzda, hayat daha mutlu. Yeni Şeyler Kasım için bize katılın, yeni fikirler denemek ve bakış açınızı genişletmek için yeni yollar keşfedin.” 

@actionforhappiness‘dan iki cümlelik bu alıntı. Kasım boyunca bu takvimden keyifle yararlanmanızı dilerim. Pdf ve jpg formatında, takvim sayfasından 8 ayrı dilde indirebilirsiniz.  http://www.actionforhappiness.org/new-things-november