İş Yerinde Rekabet ve Anti-Rekabet

İş Yerinde Rekabet

“Ne kadar çok rekabet edersek, o kadar az kazanırız”
Peter Thiel, Sıfırdan Bire

Herkes kendi işine baksın! Sen kim oluyorsun da benim işime karışıyorsun? Dikkat etmek lazım yoksa tepemize çıkarlar! Bir arada olmalıyız yoksa diğer ekip bizi ezer! Biz böyle iyiyiz! Ben kimsenin işine karışmıyorum, kimse de benim işime karışmasın!

Bu ve benzeri ifadeler, organizasyonlarda ara ara duyulan ama çok da dillendirilmeyen rekabeti ve savunmayı ele veren sözler.

Bu laflara kulak astığınızda ve anlatılanları dinlediğinizde -ki sıklıkla sıkı bir evveliyatı olan sıkı hikayeler ile beraber servis edilirler- dikkatli olmazsanız kendinizi birden bire taraf olarak görmeye başlayabilirsiniz. Herkesin haklı olduğu hikayelerdir bu, ne taraftan dinlerseniz o taraf haklıymış gibi gelir. Ya tarafınızı seçersiniz ya da “bana ne” dersiniz, Neşeli Günler filmindeki Ziya karakteri (Şener Şen) gibi, bir gün abinizde bir gün yengenizde kalıp iki tarafı da dinleyip çok da şey etmezsiniz yani söylenenleri.

Dikkatinizi verdiğinizde ise tuhaf bir durum sezersiniz, bir şey terstir. Ne var ki otomatik değildir bu dikkat verme, durmanız ve bakmanız, ve sormanız gerekir, bu hikaye bana ne diyor? Bu neyin savunması? Başka bir hikaye mümkün değil mi? Hele ki, bu rekabetin tarafları sizin yönetiminizdeki kişi veya takımlar ise bu dikkat verme mutlak bir zorunluluktur, fark etmek şarttır, sormak şarttır kendinize, “nedir kuzum gerçekten bu durum?”

Savunma, ‘saldırıya karşı koyma’dır (TDK Sözlük). Tanım, zaten başka bir absürtlüğü getirip ayak ucuna bırakıyor; saldıran kim? Öyle ya, madem savunmadasın, saldırı var öyle değil mi? Bu durumda saldıran da iş arkadaşın (!) oluyor!

Peki bu savunma hali, bu rekabet neden oluyor? Şu ihtimallerden biri veya birden fazlasında cevap bulmaya çalışabiliriz.

Bir kere, savunma varsa kaybetme korkusu vardır. Kaybetmemek için savunmalı, ölmemek için saldırmalı veya kaçmalıyım. Çünkü saldırı algısı varsa, beyinde her şey durur (tekrar edelim, durur, beyin durur, çalışmaz), pardon tek bir yer hariç her şey durur, amigdala. Beyindeki tüm diğer bölümler büyük dev amigdalaya yolu açar, amigdala (ki aslında badem kadardır badem gibidir, hatta Yunancada badem demektir) cenk meydanına tek başına çıkar. Ne var ki, belki yüz binlerce yıllık varoluşumuzu borçlu olduğumuz Amigdala sadece ve sadece iki şey bilir, kaç ya da savaş! (hmm, istifa et ya da saldır diyebilir miyiz acaba?).

İkincisi, güvensizlik hissi vardır. İş arkadaşımın, karşı takımın adil dövüşeceğine inanmıyorumdur. Bilerek “dövüş” diyorum, bilerek, çünkü güvensizlik varsa algısal olarak dövüş vardır. İş arkadaşım, karşı takım rakiptir, iş arkadaşım beraber yarattığım kişi değildir, rekabet ettiğim ekip birlikte daha büyük bir amaca ortak olduklarım değildir.

Üçüncüsü, muhtemelen rekabet yerine birlikte çalışmanın ve hatta rekabet etmeyerek kendi işime odaklanmanın bana ne fayda sağlayacağının farkına varamamışımdır. “Bunun bana faydası ne?” (what’s in it for me?) sorusunun cevabı yoktur. Ya da bir saniye, cevabı değil, sorunun kendisi bile yoktur. Yoktur çünkü vaktim yoktur, enerjim yoktur. Vaktimi ve enerjimi harcamışımdır dövüşte, istesem de böyle şeylere vaktim ve enerjim kalmamıştır, çok işim vardır yani bir bakıma. Ya da seviyorumdur böyle yapmayı, çünkü başkasıyla uğraşmak patates kızartması tadındadır, direk elinle dalarsın, tuzlayıp artık ne seviyorsan ona bana bana ağzına ata ata yersin. Ve çocukça davranıyorumdur, annem (ya da babam) çok güzel yemekler yapmıştır, sofra güzeldir sofra şahanedir, ama ben inatla ve sadece patates kızartması yiyorumdur, bana ne işte yemeyeceğim. Bana ne işte seninle çalışmayacağım, oynamayacağım, yaratmayacağım…

Dördüncüsü, şunun farkında değilimdir, iş arkadaşlarını sevmek zorundasın. Şöyle yazmışım aylar önce iş hayatını düşünerek, etrafımızdaki talep ve beklenti o kadar inanılmaz bir şekilde arttı ki, iş arkadaşlarımızın, duygusal tarafımızı da besleyen gerçek desteğine ihtiyaç duyuyoruz, ve bu gerçek bir sevgi olmadan olmuyor. Öbür türlü, başarılar olağanüstü olmaktan uzak ve normal olarak kalıyor.

Peki ne yapmalı?
Bir kere, sor kendine Allah aşkına neyin savunması bu? Savunma yapmasan, savaşmayı reddetsen ne olacak? Gerçekten amigdala mı yönetsin istiyorsun seni? Sordun mu? Gerçekten sordun mu? Evetse, cevaplar için bana ihtiyacın yok, hayırsa paragraf başına geri dön.

İkincisi, bırak dövüşmeyi. Bayağı bırak, bildiğin bırak. Kavga seni suyun içinde dibe çekiyor, kavga seni dibe çeken ellerinde tuttuğun ağırlıklar, bırak. Bırak ve yüksel. Güvensizlik de benzer şekilde ilişkileri, ilerlemeyi dibe çeken bir unsur. Enerjiyi emen bir şey. Güvensizliğin dibe çekmesiyle, mücadeleyle yerinde durmak veya boğulmak mı yeğdir, güvenerek yüzeyde kalmak ve yüzmek mi? Ve hadi diyelim karşı taraf (kimse artık) saldırıya devam ediyor, kafanı suya batırıyor, kafan kısa bir süre suyun altına iniyor, debelenip tekrar yukarı çıkıyorsun. Karşı saldırıya geçmek yerine, yüzüp yoluna devam etsen, kavga edeni olduğu yerde kendi haline bıraksan ne olur? Olduğun yerde çocukça kavga mı ilerleme mi? Seç hadi birini!

Üçüncüsü, kendi işine odaklanmak, kendi işinde daha iyi hale gelmek, kendi işinde derinleşmek o işe dair iç görünü, işe dair bilgeliğini, o işteki eşsizliğini artırmak demektir. Demin yüzmeye başlamıştık, şimdi bir akış yakalayıp akmak, varmak istediğin yere daha hızlı varmak, aktığın nehirde yakaladığın akışı gören olmadığı için herkesi hayret ettirecek kadar bir sağlamlıkla pürüzsüzlükle akmak. Bu akışı sağlayınca, artık nehirdeki ve nehrin etrafındaki güzellikleri far etmen, keyfini çıkarman ve bunlardan istifade etmen mümkün. Yok illa ölene kadar ‘bana ne bana ne’ diyerek sadece patates kızartması yiyeceğim diyorsan, gene sen bilirsin. Tercih senin, tercih hep senindi ve tercih her zaman senin.

Dördüncüsü, sev işte yani ne var? “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.” demiş Sait Faik (Alemdağı’nda Bir Yılan Var isimli öykü -devamında “burada (İstanbul) her şey bir insanı sevmekle bitiyor” da diyor gerçi, ama Sait Faik söz konusu olduğunda bunu mutlak bir karamsarlık, çaresizlik değil de aşılması gereken bir engel gibi algılamayı tercih ediyorum.) İş hayatı zaten kendinden zor bir şey, sevgisiz ilişkilerle ne kadar sürdürülebilir ki? Her gün, tıkanmadan başka bir şey getirmeyecek nefret ve öfke dolu saatler geçirmek yerine olasılıklar sunan sevgi dolu saatler yeğ değil midir?

Liderlik eden, etmeye çalışan konumdaysanız da “ne yapmalı?” sorusunun cevabı iki kademeli olmalı. Bir, o adımları kendin için uygula. İki, bildiğin tüm liderlik tekniklerini kullan ve bu adımları ekibinde ve ekipteki her bir kişide teşvik et.

Başka bir yazı konusu olarak, bu savunma – saldırı – rekabet işene daha geniş bir açıdan bakıp, daha büyük halkalar tanımlamak mümkün. Aynı sektördeki şirketlerin birbirlerine karşı yürüttükleri saldırı – rekabet – savunma, tıpkı bir organizasyondaki iç rekabetin verdiği zarar gibi, bu defa sektör için benzer zararları getiriyor ve sektörün büyümesini, dolayısıyla her bir oyuncunun büyümesini, gelişmesini engelliyor olabilir mi? Daha büyük bir halka görmek istersek de ülkelerin ekonomilerine bakabilir miyiz? (Tabi çok uluslu şirketlerin ekonomileri karşısında hala ülkelerin ekonomileri denilen şey ne kadar kaldıysa.) Bana öyle geliyor ki, milliyetçi bir bakışla kendisini rekabet ediyor, bir saldırıya karşı koyuyor diye düşünen, öyle konumlandıran, öyleymiş gibi oynayan ülkeler olsa da bugün artık ana oyuncular rekabete ve hayali saldırılara değil kendi büyümesine kendi gelişmesine takıntılı şirketler ve Singapur gibi kendi gelişimine ve ilerlemesine odaklanmış az sayıda ülke. Onlar rekabet etmiyor, çünkü gene Thiel’den alıntı ile, onlar artık rekabeti bir değer işareti olarak değil, yok edici bir kuvvet olarak görüyor.

Advertisement