Yaratıcı Modu Devreye Almak

Dali’nin Anahtarları, Edison’un Bilyeleri ve Einstein’ın Kemanı’ndan Neler Öğrenebiliriz?

Bir kişisel gelişim kitabından okumadılar, ya da bir sinirbilimci onlara beynin nasıl çalıştığından bahsetmedi. Buna rağmen, Dali, Edison ve Einstein kendi akışları içinde kendileri için işe yarayan birer alışkanlığı sezgilerini kullanıp buldular. Bulduklarıyla sanatta ve bilimde muazzam bir yaratıcılık ortaya koydular.

Dali, Einstein ve Edison’un geliştirdiği yöntemler bir noktada ortaklaşıp bugün bir gelişim hikayesi olarak karşımıza çıkıyor, bir yandan da sinirbilimin görece yeni tanımlamalarına kanıt oluşturacak birer örnek olarak anılıyorlar.

Yaptıkları şeyi kavramların ötesinde şöyle tanımlamak mümkün:
Pek çok insanın inatla ve ısrarla -sanki çok büyük bir ayıp veya yetersizlikmiş gibi- kullanmayı reddettiği beyne has bir üretkenlik kapasitesini inatla ve ısrarla kullanmak. Keman, çelik bilye ve anahtarlar bu kullanım için geliştirdikleri kendilerine has yöntemlere eşlik eden birer araç sadece.

Beynin iki çalışma modu var ki buna birbirinden eşsiz iki ayrı üretkenlik modu diyebiliriz. Bunlardan ilki ve çok aşina olduğumuz mod gayet aşina bir isimle karşımıza çıkar: odaklanmış mod. Üretkenlikle ilişkilendiririz ve ilişkilendirmemiz hep tavsiye edile gelmiştir. Düşünmek, çalışmak söz konusu olduğunda merkezde o vardır ve sanki sadece o varmış gibi davranmamızı ister. Örneğin, çalışamamakla ilgili şikayetlenmelerimizde ilk ve tek aklımıza gelen “bir türlü odaklanamıyorum” mealindeki laflardır.

Burada yanılgıya düşmemek gerekir. Beynin odaklanmış modu kötü bir şey değildir. Dikkat, hız, daha fazla bilgiyi daha hızlı edinmek, görev odaklılık gibi ihtiyaçlarımız söz konusu olduğunda beynin ön bölümü aracılığı ile tıkır tıkır çalışır. Ancak sadece odaklanmış modu kullanmanın beraberinde getirdiği bir takım kısıtlamalar olabilmektedir. Tek modu kullanıp diğer modu hor görmek ve hatta görmemek, hadi kötü bir şey demeyelim, mevcut potansiyelimizi kullanmamak ve hatta çalışmayı daha keyifli ve üretken hale getirebilecek bir takım alışkanlıklardan kendimizi uzak tutmaya çalışmak gibidir.

Neden böyle yaptığımızla ilgili açıklamalara dair bazı yaklaşımlar, çok kabaca Endüstri Devrimini ve onun yarattığı gerekliliklerden hareketle şekillendirilmiş -ve maalesef etkileri güçlü bir şekilde devam eden- eğitim sistemini işaret ediyor. Bize öğretilen ve artık sorgulamadan çok iyi bildiğimizi düşündüğümüz bu odaklanma gerekliliği hissinin altında, verimlilik kaygıları, aynı tip üretkenliği korumak üzere rutini sürdürmek, sorgulamadan ve eski köye yeni âdetler getirmeden çalışmayı sürdürmemizi sağlamak gibi dertler vardı. Bu dertlerin içinde de aslında birey olarak bize ve bizim isteklerimize, hislerimize pek yer yoktur. Böyle tek boyutlu bir çalışma pratiğinde başarısız (kime göre neye göre de apayrı bir hikaye elbet) olunmasının müsebbibi ise elbetteki ancak ve ancak kişinin kendi yetersizliği olacaktır. Peşimizi bırakmayan öcülerden, yetersizlik duygusunun bu mesele ile sıkı bir ilişkisinin olduğunu düşünüyorum.

Neyse efendim, odağımızı çok da dağıtmadan şu odak modu şimdilik bir tarafa bırakalım ve gelelim diğer moda. Diğer moda İngilizce’de “diffuse” mod deniliyor. Bize Fransızca’dan geçen ‘difüzyon’ kelimesi ile aynı kökten geliyor olmalı. Türkçeleştirme çabalarında genelde “dağınık” kelimesi kullanılmış şimdiye kadar, ‘dağınık mod’ denmiş. Kavramla ilk tanıştığımda bana da bu makul görünmüştü ancak şimdi “keşif modu”nu demeyi daha çok yakıştırıyorum. Hatta buna “yaratıcılık modu” dersek de çok yanlış bir şey yapmış olmayız.

Fotoğraf: Colin Behrens

Keşif modundaki beyin, az önce odak modda çalışırken edindiklerini ve aklından geçenleri kalıcı olabilmeleri için, beyinde daha önceden yer etmiş bilgilere bağlamaya girişiyor. Yani, yeni öğrenileni (sadece) yeni öğrenilenle değil, yeni öğrenilenleri ve düşünülenleri eski öğrenilen ve düşünülmüş olanlara bağlamaya başlıyor. Üstelik beynin sadece belirli bir bölümünü değil, tümünü kullanarak yapıyor bunu. İşte şenlik burada başlıyor. Yeni fikirler, ‘ya aklıma acayip bir şey geldi’ler, ‘süper bir fikrim var’lar hep burada oluyor. Yeni olan eski olanla birleşiyor ve yepyeni bir şey çıkıyor ortaya.

Dali, Edison ve Einstein’ın yaptığı işte tam da burada olan şeyi şansa bırakmamak, doğrudan bir açma kapama düğmesi varmışçasına odak modu kapatıp keşif modunu devreye almak üzere düğmeye basmak. Bunun için Dali ve Edison, ilki elinde anahtar ve ikincisi bilye olmak üzere, ve ilki sandalyede ikincisi atölyesindeki ahşap yatağında olmak üzere uyuklamayı tercih etmişler. Uyuklama hali beynin odak modunun kapanıp keşif modunun aktif olduğu bir hal. Tam uykuya dalacakları sırada vücudun gevşemesi ile ellerindeki anahtarlar/bilyeler gürültüyle yere düşüyor ve uyanıyorlar. Bir nevi keşif modundayken ürettikleri bağlantıları hasat edip yeniden odaklanmış modun hizmetine sunuyorlar, zenginleşerek işlerine devam ediyorlar. Einstein ise aynı şeyi çalışma odasında uzun süreler keman çalarak gerçekleştiriyor, keman aracılığı ile zihninin serbestçe dolaşmasını sağlıyor ve keşif modunu devrede tutuyor.

İlham, icat, keşif, yaratıcılık, yeni fikirler üretebilmek gibi sanki bize uzakmış gibi düşünme eğiliminde olduğumuz beceriler aslında her birimizin özünde kendiliğinden var. Elizabeth Gilbert, “bir dâhiye sahipsin, çağırırsan gelir” derken de aynı şeye dikkat çekiyor. Bu yaratıcı tarafı daha etkili kullanmak ise kendimizi -komik bir şekilde- odaklanmış modda tutmaya çalışmaktan çok çok daha kolay. “Beynimizin çok küçük bir kısmını kullabiliyoruz, tamamını kullansak neler yapabiliriz” klişesi vardır ya, bu odak mod ve keşif modu bağlamında bir bakıma doğrulanıyor ve mümkün hale geliyor. Özü itibariyle, odak modda beynin küçük bir bölümünü kullanıp “yapılması gerekenleri” yapıyorken, keşif modunda beynin tümünü kullanıp “potansiyelimizi genişletiyoruz”. Öğrenme odaklı baktığımızda da bir bakıma, odak modda bilinenleri öğreniyorken, keşif modunda bilinmeyenleri öğrenme/keşfetme şansını doğuruyoruz, önceden öğrenilenleri zenginleştirip daha kalıcı ve daha kullanılabilir olmalarını sağlıyoruz.

İş hayatında da eğitim hayatında da içinde yaşadığımız kültür bir yanıyla hâlâ ve şiddetle bize “odaklanmış mod”u önceliklememiz, mümkünse dışına çıkmamamız gerektiğini fısıldıyor. Bir yandan da özellikle iş hayatı bas bas “daha yaratıcı” olmamız gerektiğini bağırıyor. Her nedense o aralıksız fısıltıyı bağırtıya göre daha ikna edici bulmakta ısrar ediyoruz. (Belki de ödüllendirme mekanizmalarının hala ağırlıklı olarak geleneksel rutin üretkenliği merkezliyor ve teşvik ediyor olmasındandır). (Henüz) yeterince yaratıcı olamayanların yeterince odaklanamadığını düşünmeye devam ediyoruz. (Henüz) yeterince yaratıcı olamayanların yeterince yaratıcı olmak üzere özgür ve özerk hissetmiyor olabileceğini ve kendi potansiyelinin (henüz) farkında olmadığını aklımıza getirmiyoruz.

Fotoğraf: Colin Behrens

Peki neler yapabiliriz?
Keşif modunu istediğimizde devreye almak, ve daha etkin kullanmak için hemen başlanabilecek alternatifler, olasılıklar nelerdir?

  • Bir kaç dakikanızı ayırıp bu yazıyı okurken aklınızdan geçenlerin serbestçe zihninizde dolaşmasına izin verin. Bunu desteklemek için, evin/ofisin/okulun içinde bile olsa minik bir yürüyüş yapmak, mutfakta hoşunuza gidecek bir içecek hazırlamak, sevdiğiniz bir köşede oturup-uzanıp rahatlamak, pencereden dışarıyı seyretmek, varsa birlikte yaşadığınız bitki olsun hayvan olsun canlılarla ilgilenmek gibi rahatlatıcı faaliyetler yapabilirsiniz. Bu sırada sizin için en işe yarar yapılabilecekleri keşfetmek gayet olası.
  • Bir önceki maddede bahsi geçen her bir faaliyet beyninizin keşif modunu harekete geçirmek için kullanılabilir.
  • Elbette Dali, Edison ve Einstein’ın yöntemleri olduğu gibi yada değiştirilerek kullanılabilir 🙂
  • Çalışırken 20-25 dk’da bir ara verip ~5 dk rahatlatıcı bir faaliyette bulunmak (bu noktada ‘pomodoro tekniği’ne bakılabilir, tekniği akıllı cihazlarla kullanmak üzere geliştirilmiş ücretli ücretsiz uygulamalardan yararlanılabilir).
  • Bir çalışmada tıkandığımızda ya da iyi gibi bir görünen bir fikri değerlendirme ihtiyacı olduğunda bir fikrin bir gece üstüne yatmak benzer bir potansiyeli tıkanıklığı çözmek üzere devreye alabilir.
  • Yürümek
  • Duş almak
  • ….

Daha pek çok şey saymak mümkün, ancak en değerlisi kendiniz için yaratacağınız, size ait olan pratikler olacaktır. Önemli olan yapmak isteyeceğiniz ve yapabileceğiniz, sizi rahatlatan bir (veya daha fazla) faaliyeti daha bilerek ve isteyerek (ve belki bazı durumlarda suçluluk duymayarak) kullanmaya başlamak. Keşfedip uyguladıklarınızı yorumlarda paylaşarak yapılabilecekler önerilerini birlikte büyütebiliriz. Çok da güzel olur 🙂

Meraklısına İlave Kaynaklar:
Hayati Mevzular – İnsanın Süper Gücü: Sezgi (Podcast)
Hayati Mevzular – Başarılı Olmak ya da Olmamak (Podcast)
Beynin Dağınık Modu (Blog Yazısı)
Tamam Düzlemi (Blog Yazısı)
#ÖğrenmeyiÖğrenmek etiketli diğer paylaşımlar (Twitter)
İşte ve Yaşamda Kendi Yolun – Ece Agabeyoglu ile Öğrenmeyi Öğrenmek üzerine konuştuğumuz bölüm (Podcast)

Okuduğun Kitabı Yeniden Yazmak – Rewriting The Book You Read

@congerdesign at pixabay

Okuduğumuz kitap, yazarın yazdığı kitap mıdır, yoksa o anda okurken algıladıklarımızla yeniden yazıp yoğurduğumuz yeni bir eser midir? Kitabı okurken kendimiz için baştan yazmak, daha çok öğrenme, keyif, hatırlama ve kullanılabilir bilgi demek. Bir kaç fikir:

  • Özetlemeye Çalışmak: Altını çizmek / bire bir not almak yerine özetlemeye çalışmak ve kendi yorumunu katmak ilk yapılabilecek olan. Üstelik öğrenme illüzyonunu engeller.
  • Kendi Dizinini Oluşturmak: Okunan sayfayı/iki sayfayı dizinde listeleyecek olsanız o sayfanın adı ne olurdu? Onu en üste yazmak / kağıda sayfa numarası ile not almak, kitapta ilerlerken de işe yarıyor, kitaba başka bir zaman geri döndüğünüzde de.
  • Sorular Üretmek: Okuduğunuz sayfa/bölüm hangi soruya/sorulara cevap arıyor? Soruyu bulup akıldan geçirmek/yazmak, o sorunun sizdeki diğer cevaplarının da, ilgili diğer soruların da hafızadan geri çağrılmasına sebep olur. Eleştirel okuma ihtimalini artırır.
  • Çağrışımlara Şans Vermek: Gene mi odaklanamadım, zihnim nerelere gitti dediğinizde belki de tam da gitmesi gereken yere gitmiş, ihtiyaç duyduğunuz bağlantıları aramaya çıkmıştır. Hatta yazarın zihnine girmiştir, birazdan okuyacağınızı bilmeye başlamıştır!

O yüzden kitap okurken aklımızdan geçenleri otomatik “Ne alakası var!!!” diye yargılamak yerine, “Ne alakası var?” diye kibarca sormak çok keyifli keşiflere sebep olabilir. Kendimize nazik davranalım 🙂


Is the book we read solely the work of the author or we do rewrite and reshape it inline with our current presence? ‘Rewriting’ for ourselves would bring more learning, joy, remembering and usable knowledge. Couple of ideas:

  • Trying to Rephrase: Rephrasing and adding your interpretation is the first thing you may do instead of underlining / note taking as it is. It also prevents illusion of learning.
  • Creating Your Own Index: How would you name a page/two pages if you were indexing it? Writing that on top/making a note with page number helps learning both while reading that book, and when you return to the book at a later time.
  • Creating Questions: Which question(s) does the page(s) you are reading seeks answers to? Finding/noting those will trigger your memory about some answers you already have and further related questions. It also increases the probability of critical reading.
  • Giving Chance to Connotation: When you suspect about your focus, observing yr mind wandering around, maybe it is exactly where it needs to be, looking for links you need. Getting into the mind of the author, starting to know that you are about to read soon!

That’s why, we may benefit from asking gently “what does these connotations have to do with what we are reading?” rather than judgmental “What does it have to do with it !!!”. Asking politely can lead to very enjoyable discoveries. Let’s be kind to ourselves 🙂

The OK Plateau – Tamam Düzlemi

That’s the best I can do! It’s impossible to exceed that! That’s it, I’m at my best!..

Is it really the case? Do we really know the limits? When I say really, I mean is it really independent from our own thoughts? Or is it the limit because we code it like that, we code it inline with “that’s fine” mood? How do we decide that better is or is not possible, or do we decide at all? Why do we keep searching for boundaries? Why are we constantly seeking an OK point? These were some of the questions coming to my mind reading Joshua Foer’s book, Moonwalk With Einstein.

“For a long time, people thought that no one would ever run a mile in under four minutes. It was considered an immovable barrier, like the speed of light… (When Roger Bannister broke it in 1954), his accomplishment was splashed across the front pages of newspapers around the world and hailed as one of the greatest athletic achievements of all time. But the barrier turned out to be more like a floodgate. It took only six weeks before John Landy ran the mile a second and a half faster than Bannister, and within a few years four-minute miles were commonplace.”

Joshua Foer, Moonwalk With Einstein

Today the record is owned by Hicham El Guerrouj with 03:43.13. The record dates back to 1999, maybe it’s again got stuck in The OK Plateau.

When we get a new skill, we can talk about three phases. Foer cites two psychologists, Paul Fitts and Michael Posner, and explains them. In summary;

  1. Cognitive State: Stage that we develop strategies to be more effective and that we keep our attention intensive,
  2. Associative State: Stage where habits become regular and attention deintensified (or neurons being bounded tighter)
  3. Autonomous Stage: Autopilot and end of development.

The OK Plateau is where the development ends, and we can stay there for a very long time. For example, our keyboard typing speed more or less remains the same, unless for whatever reason we consciously decide to change 2-4 fingers typing, try to practice blind typing or try to exceed our speed. Once we spend the effort than we move to a higher plateau.

I’m not suggesting that we should constantly try to get better with everything and all the time, (though, I wouldn’t have anything against if this is what you like). I’m suggesting to be aware of the OK plateau. If I’m choosing to say OK, it should be my preference, not disbelief in my own capacity. Putting the preference aside, thinking and feeling that the boundaries are certain and unchangeable, and acting accordingly is actually what stops self development. Testing the boundaries, playing with boundaries and expanding them with every opportunity on the other hand, is exactly what personal development is. Quoting James Carse; “finite players play within boundaries, infinite players play with boundaries” (Finite and Infinite Games). I like to keep it short at the moment as I’m willing to have another post about this book, however if you like a shortcut to learn who is an infinite player, just watch a child playing, better join her/him playing -but let her manage the game-, because children play without boundaries, or they change the boundaries, they change or bend the rules, they do not restrict themselves in the ocean of possibilities. The good news is that, we were also a child once, and we knew how to play an infinite game. Maybe at some point in time, we reached “the OK plateau” and turned our back to the ocean of possibilities, and started to create different types of boundaries for ourselves.

Therefore, the skills we think we are perfect at, maybe have the potential to move to the next plateau. We should ask ourselves, am I at the OK plateau? If the answer is yes and if you want to change it, this awareness should be the starting point to test and to tamper the boundaries. That’s where you have a chance to find the hidden door opening to the ocean of wonderful opportunities 🙂


Tamam sen oldun! Bundan iyisi Şam’da kayısı! Yapabileceğimin en iyisi budur!..

Gerçekten öyle midir? Sınırı gerçekten bilir miyiz? Gerçekten derken, kendi düşüncemizden bağımsız olarak öyle midir? Yoksa biz bunu “tamam kardeşim” tadında, “bu kadar yeter” diye kodladığımız için mi yeter olmaktadır? Daha iyisinin olup olmadığına nasıl karar veriyoruz veya karar veriyor muyuz? Neden hep bir sınır arıyoruz? Neden hep bir tamam noktası arayışı içindeyiz? Joshua Foer’in Einstein İle Ay Yürüyüşü isimli kitabındaki bölümü okurken aklıma gelen sorulardan bazıları bunlar oldu.

“Çok uzun süre insanlar bir milin dört dakika altında koşulamayacağına inanıyorlardı. Işık hızı gibi bu engelin de yerinden oynatılamayacağı düşünülüyordu… Roger Bannister, 1954 yılında bir mili dört dakikanın altında koşunca, başarısı dünyanın dört bir köşesindeki gazetelerin manşetlerine taşındı ve tüm zamanların en büyük atletizm başarısı olarak görüldü. Ama bu hedef neredeyse bir taşkın kapağı gibiydi. Altı hafta sonra John Landy Bannister’dan bir buçuk saniye daha önce bitirdi ve birkaç yıl içinde dört dakikada bir mili koşmak sıradanlaştı”

Joshua Foer, Einstein İle Ay Yürüyüşü, Sayfa 186

Bugünkü rekor 03:43.13 ile Hicham El Guerrouj‘ye ait. Bu rekorun tarihi 1999, belki başka bir tamam düzleminde takılı kaldı.

Yeni bir beceri kazanırken üç aşama söz konusu. Foer bunu Paul Fitts ve Michael Posner isimli iki psikologdan alıntılayarak anlatıyor. Özetle;

  1. Algı Aşaması: Daha verimli olmak için stratejiler geliştirdiğimiz, ilgimizi dikkatimizi yoğun tuttuğumuz aşama,
  2. Bağlantı Aşaması: Alışkanlığın oturması (ya da nöronların daha sıkı bağlanması) ile yoğunlaşmanın azalması,
  3. Özerk Aşama: Otomatik pilot ve gelişmenin durması.

Gelişmenin durduğu yerde tamam düzlemine gelmiş oluyoruz. Uzun süre kalabiliyoruz orada. Örneğin, bilinçli bir çaba harcamadıkça, klavyede yazma hızınız genelde sabit kalıyor, ne zaman iki veya üç dört parmakla yazmaktan sıkılıp bilinçli olarak çaba sarf edip 10 parmak yazmayı veya daha hızlı yazmayı pratik etmeye ve öğrenmeye çalışırsak ancak o zaman mevcut beceriyi bir sonraki aşamaya taşıyabiliyoruz.

Her an her şeyi daha iyi yapmaya çalışmaya çalışmak değil önerdiğim, (ki istiyorsanız ona da itirazım olmayabilir). Tamam düzleminin farkında olmayı öneriyorum. Tamam demeyi seçiyorsam da bunu daha iyisini yapabileceğime inanmadığım için değil, bir tercih olarak istemediğim için yapmamak. Bilinçli tercihi bir kenara koyduğumuzda, sınırların belirgin ve değişmez olduğunu düşünüp hissetmek ve ona göre davranmak gelişimi durduran bir durum. Sınırların bizzat kendisini test etmek sınırların kendisiyle oynamak ve fırsat bulunca genişletmek ise gelişimin bizzat kendisi. James Carse’ın Finite and Infinite Games* isimli kitabından bir alıntıyla: “Sınırlı oyuncular sınırların içinde oynarlar, sınır tanımayan oyuncular sınırların kendisi ile oynarlar.” Bu konuda ayrıca yazmak istediğim için çok uzatmak istemiyorum, sınır tanımayan oyuncu kim, kısa yoldan öğrenmek istiyorsanız oyun oynayan bir çocuğu izleyin hatta onunla -oyunu onun yönetmesine izin vererek- oynayın, çünkü onlar tam da sınırlarla oynarlar, kuralları esnetir, değiştirir, olasılıklar denizinde kendilerini sınırlandırmazlar. Güzel haber şu ki, bir zamanlar hepimiz çocuktuk ve bu şekilde oynamayı çok iyi biliyorduk, sonra işte belki de bir “tamam düzlemi”ne gelince durduk ve olasılıklar denizine sırtımızı dönüp kendimize türlü türlü sınırlar oluşturmaya başladık.

Sözün özü, en iyi haline geldiğini düşündüğümüz becerilerimiz belki de bir sonraki düzleme geçebilme potansiyeline sahiptir. Kendimize sormalıyız, tamam düzleminde miyim? Cevap evet ise ve bunu değiştirmek istiyorsak, bu farkındalıkla beraber bir sonraki adımda sınırları test etmeye, sınırları kurcalamaya başlamalıyız. Bir çocuğun oynadığı gibi keyifle ve sınırlandırmalar olmaksınız oynamalıyız. Bir bakmışsınız, sınırın bir yerinde şahane olasılıklara açılan bir kapı bulmuşsunuz 🙂

*Kitabın bulabildiğim Türkçe çevirisi yok, Sanırım kitabın ismi Sonlu ve Sonsuz Oyunlar olarak çevrilebilir. Alıntının orijinali ise şöyle: “finite players play within boundaries, infinite players play with boundaries”.

Rivalry at Work and Anti-Rivalry

Rivalry at Work

“The more we compete, the less we gain”
Peter Thiel, Zero to One

Everyone should mind her own business! How dare you interfere in my business? We need to watch out for the other team! We are good as we are! I am not indulging with your business, so no one should indulge with mine!

Such and similar phrases are usually avoided to be voiced, still heard at workplace here and there, and they reveal rivalry and defensiveness.

When you care about these words and listen to what is being told, -which are usually served with an accompanying throughout stories from recent past- in case you are not careful, you might suddenly start to see yourself as taking a side. In these stories, everyone is right; whichever side you listen to, that side seems to be right. You either have to choose your side or stay with “who cares” mentality, which basically means “listening” to both sides yet you not minding much about either side.

However, if you pay attention, you will start to feel an absurdity. Yes, only if you pay attention and it will not be automatic, you will need to stop and look, and ask, what does this story really tells me? What’s this defense about? Is another story really not possible? If the sides of this rivalry are people or teams under your management, than paying attention is a must for you. You must realize and you must ask yourself “what’s really going on?”

Defense is described as “capability of resisting attack” (Merriam-Webster Dictionary). Definition itself is pointing out a very interesting absurdity; who is attacking? You are defending, so there has to be an attack, right? So, in this case your work-fellow (!) is the attacker!

Well, why is this defensive status, this rivalry happening? We might try try to find answers by looking at one or more of the following.

First of all, if there is defense there is also fear of losing. I have to defend, attack or run away for not losing because if there is perception of an attack, everything in the brain stops. Let’s repeat, stops, your brain stops, it does not work! Excuse me, let me correct, everything stops but amygdala. Everything else in the brain give way to the great amygdala (indeed its size and its shape is similar to an almond, and actually it means almond in Greek) and amygdala is all alone in the battlefield. However, amygdala to which we own our thousands of years of existence, does only know two things, fight or flight! (hmm, can we say fight or resign when the battlefield is our workplace?)

Secondly, there is the feeling of insecurity. I’m not trusting that my fellow, the other team will fight fairly. I am consciously using the word “fight”, consciously because if we talk about insecurity, perceptually there should also be a fight. My fellow colleague, the other team is my rival. My colleague is not someone that I create, I co-create with, and the team I’m competing with is not my collaborator towards a bigger purpose.

Thirdly, I’m not yet aware of the benefits of co-working and and not even concentrating at my own work instead of rivalry. There is no answer to the question of “what’s in it for me?”. Or, just a second, not the answer, even the question itself does not exist. Does not exist, because I don’t have time, I don’t have energy. My time and energy are spent on the fight; even if I do like to spare some energy nothing is left on my reserves, I’m busy in a sense. Maybe, I do like to act like this, because messing around with others tastes like french fries, you can’t resist, you salt, you dip into ketchup, mustard whatever you like and you keep eating. And, I’m acting childishly, my mother (or father) cooked wonderful dishes, the dinner table looks great, and I’m stubbornly and only eating french fries. All I care! I’m not working with you, I’m not playing with you, I’m not creating…

Fourth, I’m not aware of this: you need to love your colleagues. Months ago, thinking about workplace, I was describing it like this; the demand and expectation around us becoming so extreme and we need a true and diverse support (including emotions) from our colleagues, which is not happening without love. Otherwise, results are very usual, far from being great.

SO, WHAT TO DO?

First of all, ask yourself; what’s this defense all about for God’s sake? What will happen if you don’t defend and refuse to fight? Do you really want your amygdala to manage you? Have you asked? Have you really asked these questions? If yes, you do not need me for the answers, if no, go back to the beginning of this paragraph.

Secondly, stop fighting. Simply dismiss it, drop it. Fight draws you to the bottom, fight is weights you are holding that draws you. Drop it. Drop and rise. Similarly, ‘distrust’ also draws relationships, draws any progress to the bottom. Sucks energy. Which is more preferable to be drawn with distrust and struggle or to stay stable at surface and swim through trust? For a second, let’s assume that the attack continues from the other side (whoever they are), your head is being submerged into the water, your head remains under the water for a while, you struggle and you are up again. Instead of counterattack, what happens if you continue swimming and leave the wrangler behind where he is? Which one do you prefer, fighting childishly and endlessly where you are or progress? Go on and choose one of them!

Thirdly, focusing at your work, becoming better and deeper at what you do will mean that you do increase your uniqueness, your wisdom and insights about it. We’ve just started to swim, now it’s time to catch a flow and start flowing. That will result in arriving earlier where you do intend to arrive. You will be seen astonishingly strong and smooth and as the flow you catch will remain invisible to other eyes. Once you catch this flow, you will also start to realise beauties around the river, you will enjoy and you will have the chance to benefit from those. Still, it is your call if you want keep saying “all I care” and keep eating french fries only. The choice is yours, the choice was always yours, the choice is always yours.

Fourth, just love, what’s the big deal about it? “Loving, everything begins by loving somebody” said Sait Faik, in one of this short stories. Work life is very challenging as it is anyways, how long can it be sustained without love and positiveness? Isn’t it preferable to have hours full of affection and possibilities rather hatred and anger which only bring deadlocks?

In case you are in a leading position, “what to do?” should answer a double meaning for you. First, follow the steps yourself. Second, use all the leadership techniques you know and encourage these steps in your team and in every member of your team.

As a later topic to write about, it’s also possible to define bigger hoops when you look at this rivalry-defense-attack triangle from a bigger perspective. Take the companies in the same industry performing rivalry-defense-attack against each other; could it be resulting in similar harms as in a single organisation, bringing stagnation, hindering progress for the whole industry which inevitably will mean stagnation and inhibition of progress for every single player in the industry? If we like to see even a bigger hoop, can we look at national economies? (Surely if such a thing called national economy still exists against economies of multinational companies). It seems -even though we have some countries who think and play as they are defending against some attacks, positioning themselves as defenders and keeping a rivalry from a nationalist point of view- today, the main players in the world are some companies and few countries -like Singapore- which are focusing at their own progress and advancement. They are not rivaling, quoting Peter Thiel once more, they are not considering competition as a sign of value but as a destructive force.

İş Yerinde Rekabet ve Anti-Rekabet

İş Yerinde Rekabet

“Ne kadar çok rekabet edersek, o kadar az kazanırız”
Peter Thiel, Sıfırdan Bire

Herkes kendi işine baksın! Sen kim oluyorsun da benim işime karışıyorsun? Dikkat etmek lazım yoksa tepemize çıkarlar! Bir arada olmalıyız yoksa diğer ekip bizi ezer! Biz böyle iyiyiz! Ben kimsenin işine karışmıyorum, kimse de benim işime karışmasın!

Bu ve benzeri ifadeler, organizasyonlarda ara ara duyulan ama çok da dillendirilmeyen rekabeti ve savunmayı ele veren sözler.

Bu laflara kulak astığınızda ve anlatılanları dinlediğinizde -ki sıklıkla sıkı bir evveliyatı olan sıkı hikayeler ile beraber servis edilirler- dikkatli olmazsanız kendinizi birden bire taraf olarak görmeye başlayabilirsiniz. Herkesin haklı olduğu hikayelerdir bu, ne taraftan dinlerseniz o taraf haklıymış gibi gelir. Ya tarafınızı seçersiniz ya da “bana ne” dersiniz, Neşeli Günler filmindeki Ziya karakteri (Şener Şen) gibi, bir gün abinizde bir gün yengenizde kalıp iki tarafı da dinleyip çok da şey etmezsiniz yani söylenenleri.

Dikkatinizi verdiğinizde ise tuhaf bir durum sezersiniz, bir şey terstir. Ne var ki otomatik değildir bu dikkat verme, durmanız ve bakmanız, ve sormanız gerekir, bu hikaye bana ne diyor? Bu neyin savunması? Başka bir hikaye mümkün değil mi? Hele ki, bu rekabetin tarafları sizin yönetiminizdeki kişi veya takımlar ise bu dikkat verme mutlak bir zorunluluktur, fark etmek şarttır, sormak şarttır kendinize, “nedir kuzum gerçekten bu durum?”

Savunma, ‘saldırıya karşı koyma’dır (TDK Sözlük). Tanım, zaten başka bir absürtlüğü getirip ayak ucuna bırakıyor; saldıran kim? Öyle ya, madem savunmadasın, saldırı var öyle değil mi? Bu durumda saldıran da iş arkadaşın (!) oluyor!

Peki bu savunma hali, bu rekabet neden oluyor? Şu ihtimallerden biri veya birden fazlasında cevap bulmaya çalışabiliriz.

Bir kere, savunma varsa kaybetme korkusu vardır. Kaybetmemek için savunmalı, ölmemek için saldırmalı veya kaçmalıyım. Çünkü saldırı algısı varsa, beyinde her şey durur (tekrar edelim, durur, beyin durur, çalışmaz), pardon tek bir yer hariç her şey durur, amigdala. Beyindeki tüm diğer bölümler büyük dev amigdalaya yolu açar, amigdala (ki aslında badem kadardır badem gibidir, hatta Yunancada badem demektir) cenk meydanına tek başına çıkar. Ne var ki, belki yüz binlerce yıllık varoluşumuzu borçlu olduğumuz Amigdala sadece ve sadece iki şey bilir, kaç ya da savaş! (hmm, istifa et ya da saldır diyebilir miyiz acaba?).

İkincisi, güvensizlik hissi vardır. İş arkadaşımın, karşı takımın adil dövüşeceğine inanmıyorumdur. Bilerek “dövüş” diyorum, bilerek, çünkü güvensizlik varsa algısal olarak dövüş vardır. İş arkadaşım, karşı takım rakiptir, iş arkadaşım beraber yarattığım kişi değildir, rekabet ettiğim ekip birlikte daha büyük bir amaca ortak olduklarım değildir.

Üçüncüsü, muhtemelen rekabet yerine birlikte çalışmanın ve hatta rekabet etmeyerek kendi işime odaklanmanın bana ne fayda sağlayacağının farkına varamamışımdır. “Bunun bana faydası ne?” (what’s in it for me?) sorusunun cevabı yoktur. Ya da bir saniye, cevabı değil, sorunun kendisi bile yoktur. Yoktur çünkü vaktim yoktur, enerjim yoktur. Vaktimi ve enerjimi harcamışımdır dövüşte, istesem de böyle şeylere vaktim ve enerjim kalmamıştır, çok işim vardır yani bir bakıma. Ya da seviyorumdur böyle yapmayı, çünkü başkasıyla uğraşmak patates kızartması tadındadır, direk elinle dalarsın, tuzlayıp artık ne seviyorsan ona bana bana ağzına ata ata yersin. Ve çocukça davranıyorumdur, annem (ya da babam) çok güzel yemekler yapmıştır, sofra güzeldir sofra şahanedir, ama ben inatla ve sadece patates kızartması yiyorumdur, bana ne işte yemeyeceğim. Bana ne işte seninle çalışmayacağım, oynamayacağım, yaratmayacağım…

Dördüncüsü, şunun farkında değilimdir, iş arkadaşlarını sevmek zorundasın. Şöyle yazmışım aylar önce iş hayatını düşünerek, etrafımızdaki talep ve beklenti o kadar inanılmaz bir şekilde arttı ki, iş arkadaşlarımızın, duygusal tarafımızı da besleyen gerçek desteğine ihtiyaç duyuyoruz, ve bu gerçek bir sevgi olmadan olmuyor. Öbür türlü, başarılar olağanüstü olmaktan uzak ve normal olarak kalıyor.

Peki ne yapmalı?
Bir kere, sor kendine Allah aşkına neyin savunması bu? Savunma yapmasan, savaşmayı reddetsen ne olacak? Gerçekten amigdala mı yönetsin istiyorsun seni? Sordun mu? Gerçekten sordun mu? Evetse, cevaplar için bana ihtiyacın yok, hayırsa paragraf başına geri dön.

İkincisi, bırak dövüşmeyi. Bayağı bırak, bildiğin bırak. Kavga seni suyun içinde dibe çekiyor, kavga seni dibe çeken ellerinde tuttuğun ağırlıklar, bırak. Bırak ve yüksel. Güvensizlik de benzer şekilde ilişkileri, ilerlemeyi dibe çeken bir unsur. Enerjiyi emen bir şey. Güvensizliğin dibe çekmesiyle, mücadeleyle yerinde durmak veya boğulmak mı yeğdir, güvenerek yüzeyde kalmak ve yüzmek mi? Ve hadi diyelim karşı taraf (kimse artık) saldırıya devam ediyor, kafanı suya batırıyor, kafan kısa bir süre suyun altına iniyor, debelenip tekrar yukarı çıkıyorsun. Karşı saldırıya geçmek yerine, yüzüp yoluna devam etsen, kavga edeni olduğu yerde kendi haline bıraksan ne olur? Olduğun yerde çocukça kavga mı ilerleme mi? Seç hadi birini!

Üçüncüsü, kendi işine odaklanmak, kendi işinde daha iyi hale gelmek, kendi işinde derinleşmek o işe dair iç görünü, işe dair bilgeliğini, o işteki eşsizliğini artırmak demektir. Demin yüzmeye başlamıştık, şimdi bir akış yakalayıp akmak, varmak istediğin yere daha hızlı varmak, aktığın nehirde yakaladığın akışı gören olmadığı için herkesi hayret ettirecek kadar bir sağlamlıkla pürüzsüzlükle akmak. Bu akışı sağlayınca, artık nehirdeki ve nehrin etrafındaki güzellikleri far etmen, keyfini çıkarman ve bunlardan istifade etmen mümkün. Yok illa ölene kadar ‘bana ne bana ne’ diyerek sadece patates kızartması yiyeceğim diyorsan, gene sen bilirsin. Tercih senin, tercih hep senindi ve tercih her zaman senin.

Dördüncüsü, sev işte yani ne var? “Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.” demiş Sait Faik (Alemdağı’nda Bir Yılan Var isimli öykü -devamında “burada (İstanbul) her şey bir insanı sevmekle bitiyor” da diyor gerçi, ama Sait Faik söz konusu olduğunda bunu mutlak bir karamsarlık, çaresizlik değil de aşılması gereken bir engel gibi algılamayı tercih ediyorum.) İş hayatı zaten kendinden zor bir şey, sevgisiz ilişkilerle ne kadar sürdürülebilir ki? Her gün, tıkanmadan başka bir şey getirmeyecek nefret ve öfke dolu saatler geçirmek yerine olasılıklar sunan sevgi dolu saatler yeğ değil midir?

Liderlik eden, etmeye çalışan konumdaysanız da “ne yapmalı?” sorusunun cevabı iki kademeli olmalı. Bir, o adımları kendin için uygula. İki, bildiğin tüm liderlik tekniklerini kullan ve bu adımları ekibinde ve ekipteki her bir kişide teşvik et.

Başka bir yazı konusu olarak, bu savunma – saldırı – rekabet işene daha geniş bir açıdan bakıp, daha büyük halkalar tanımlamak mümkün. Aynı sektördeki şirketlerin birbirlerine karşı yürüttükleri saldırı – rekabet – savunma, tıpkı bir organizasyondaki iç rekabetin verdiği zarar gibi, bu defa sektör için benzer zararları getiriyor ve sektörün büyümesini, dolayısıyla her bir oyuncunun büyümesini, gelişmesini engelliyor olabilir mi? Daha büyük bir halka görmek istersek de ülkelerin ekonomilerine bakabilir miyiz? (Tabi çok uluslu şirketlerin ekonomileri karşısında hala ülkelerin ekonomileri denilen şey ne kadar kaldıysa.) Bana öyle geliyor ki, milliyetçi bir bakışla kendisini rekabet ediyor, bir saldırıya karşı koyuyor diye düşünen, öyle konumlandıran, öyleymiş gibi oynayan ülkeler olsa da bugün artık ana oyuncular rekabete ve hayali saldırılara değil kendi büyümesine kendi gelişmesine takıntılı şirketler ve Singapur gibi kendi gelişimine ve ilerlemesine odaklanmış az sayıda ülke. Onlar rekabet etmiyor, çünkü gene Thiel’den alıntı ile, onlar artık rekabeti bir değer işareti olarak değil, yok edici bir kuvvet olarak görüyor.